24 Şubat 2009 Salı

Blogumda bug var....

di.
Ama 2ba saolsun, eski gunlerin anisina, testerligimi yapip bugimi buldu.
Son kayitlara yorum girerken, denetleme yapip gondermek istendiginde takilip kaliyordu. Denetlemeyi kaldirdik, sanirim halloldu ama benim Blogger da Bugger oldu.
Tesekkurler 2ba.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Fas - Son Bölüm : Essaura

Fes, Meknes ve Marakeş’ten sonra anlatmak istediğim son şehir Essaura. Dedim ya sondan mı başlasaydım acaba anlatmaya. Ulkenın kuzeyinden başladığımız seyehatimiz Fas’ın güneyinde, Sahradan önce, Agadir sınırında, Atlas Okyanusu kenarında mavi kepenkli beyaz binaları olan çok güzel yazlık kenti Essaura'da sonlanacak.
Son yıllarda Avrupalı tatilcilerin Agadir'den sonra en çok uğrak yeri. Aslında Agadir Suudi zenginlerin tatil yeri iken, Essaura Avrupalı tatilcilerin mekanı. Agadir’in kötü ünü dışında, Agadir göre Essaura daha sesiz ve daha küçük.
Essaura, gerçek ismiyle Magodor, ismini şehre çok yakın sahilin biraz açıklarında bulunan adadan ve adadaki hapishaneden alıyor. Magodor Adası tüm adayı kaplayacak şekilde yapılan, ülkenin en büyük hapishanesini bulunduruyor. Kıyıdan adanın görüntüsü ürpertici tabi. Bu hapishane yüz yıllarca tüm sömürgelikler devrinde kullanılmış, şehrin en uç noktasında Atlas Okyanusu’na açılan yerde, İspanyollardan kalma bir kale bulunmakta. Kalenin dibindeki kayalıklara Atlas’ın hırçın dalgaları delicesine vururken, 10 dakika yürüme mesafesinde arka taraftaki sonsuz kumsalda insanlar güzel güzel denize girmekte. Hem de Fas’ın diğer şehirlerinin tersine kadın erkek karışık, rahatça hiç çekinmeden denize giriliyor. Hava sıcaklığı Ekim ayının ortalarına kadar denize girmeye elverişli.
Essaura ve Agadir’den biraz daha aşağıya indiğinizde artik zaten Sahra sınırına gelmiş bulunuyorsunuz, Sahraya girmek şu anda özel izne bağlı. Her ne kadar Sahra dünya haritasında Fas sınırları içinde görünsede, yine de arada kesik çizgilerle belirlenmiş bir sınır var. Sahra bölgesi şu anda Birleşmiş Milletler kontrolünde. Fas’la Mauritania arasında büyük Sahra problemi bu sınırda başlıyor işte. Şimdilik bölge BM kontrolünde ve şimdilik hala petrol çıkarılmıyor. Ama ileride petrol çıkmaya başlayınca BM iki ülke arsındaki barışı ne kadar devam ettirebilecek bilmiyorum. Hoş barışta şu anda ne durumda tartışılır, ama Fransa’da üniversitelerde hala Faslı gençler, pankartlarını açıp “Sahra bizimdir” diye ortalıklara düşüyorlarmış, tabi 1950'lerdeki kadar olmasa da... Neyse derin konular beni aşıyor.
Faslılar genel olarak çok fakir. Ülkedeki okuma yazma oranı %40, kimi şehirlerde bu oran %2 ye kadar düşüyor. Nedenin Kralın halkın bilgilenip ona karşı gelmelerini engellemek, onları bastırmak için okuma yazmayı desteklememesi, tam tersine kötülemesi olduğu gibi rivayetlerde var. Neyse, tekrar sustum.

Fas - Marakeş

Ülkenin nispeten kuzeyindeki Fes şehrinden ayrılıp, otobüsle 8 saat süren bir yolculukla başkent ve ülkeye ismini veren kent Marakeş’e doğru ilerliyoruz. Fas’ta ismi “Morokkoush” olan şehir, ülkeye de ismini vermiş. İngilizce “Morrocco” olmuştur. Fas’ta her şehrin kendine özgü bir rengi vardır. Kasablanca betonarme yapılarıyla beyaz-gri, Fes kerpiç binalarıyla sarı, Marakeş kilden binalarıyla kırmızı, daha güneydeki yazlık mekânlar Essaura ve Agadir mavi kepenkli beyaz kısa evleri ile mavi beyaz renkleriyle bilinir.

Marakeşe doğru ilerlerken Orta Atlas Dağları’nın eteklerinde Ifrane denilen bir kasabada mola veriyoruz. Ifran ülkenin en ünlü kayak merkezlerinden biri. Orta Atlaslar’ın tepelerine yakınlığından dolayı orada kurulmuş, birçok kayak merkezi ve oteller bulunmakta. Ifran eskiden bir bedevi kasabasıymış. Daha sonra Fransız sömürgeliği döneminde, Fransızlar burayı tam bir turizm cenneti haline getirmişler. Şu anda bütün binalar dik çatılı, güzel dekore edilmiş süslenmiş, Avrupai bir havaya sahip. Sokaklar ve yollar bakımlı, arabalar daha yeni ve bakımlı hem de çoğunlukla yabancı plakalı. Ifran'da otobüsten indiğinizde tertemiz, ferah dağ havasını kokluyorsunuz. 1,5 saat uzaklıktaki Fes’te hava 30 derece iken burada hava 20-22 derecelere düşüyor. Yeşillikler içindeki kentte karın kokusunu hissedebiliyorsunuz. Bu güzel molanın ardından yolculuğumuza devam ediyoruz. Beni Melal üzerinden geçerken gördüğümüz bir sebze meyve pazarında inip biraz bakınmak istiyoruz, ama otobüsümüze fırlatılan domateslerden inmemenin daha güvenli olacağını anlayarak vazgeçiyoruz. Fas’ın büyük şehirleri dışındaki yerlerinde turistlere ve yabancılara pek iyi bakılmadığını bir kez daha , bu sefer yaşayarak öğreniyoruz, tüm gün süren yolculuğumuz sonunda Marakeş’e geliyoruz.


Marakeş nispeten dünyaya daha açık bir şehir. çok fazla yabancı yaşıyor, turist daha fazla. Daha önce söylediğim gibi, kırmızı bir kent. Ama tüm binaların aynı renk olması çok güzel, en azından bir düzen var. Marakeş’te çok fazla yeşillik yok. İki tane büyük bahçe yapılmış. Bunlardan en büyük olanı, Jarden Majoralle. Yves St Lorent tarafından yine Fransa sömürgeliği döneminde yaptırılmış. İçerisinde onun adına bir anıt var. Küçük olan ise kraliyet tarafından yaptırılmış. İçinde sazan balıklarının yetiştirildiği değişik havuzlar olan, şehrin kanalizasyon sisteminin ilk kurulduğu yer.

Marakeş’in en ünlü yeri Jma El-Fna Meydanı. Gündüz yılan oynatıcılarının, falcıların, kına yapan kadınların olduğu bu meydanda Jma El-Fna'nin arka sokaklarında Souk denen kapalı çarşı benzeri çarşılar bulunmakta. Souk içinde turistik dükkânlar, baharatçılar bulunmakta. Özellikle baharatçılarda değişik baharatlar çok uygun fiyatlarla satılmakta. Gerçek safran almak isteyenler için cennet. Akşam olunca Jma El Fana Meydanı’nda bütün o yılan oynatıcılar, falcılar çekiliyor ve hepsinin yerine büyük bir yemek çadırı kuruluyor. Çadırın içinde sıra sıra konulmuş masalarda tipik Fas yemeklerinin yanında çeşit çeşit salyangoz yemekleri de satılmakta. Hala salyangoza olan bu ilgiyi kabullenebilmiş değilim.
Tabi ki de bunun en büyük nedeni Fransız kültürünün ülke halkı üzerindeki etkisi.
Fas, 1952-59 yılları arasında Fransa sömürgeliğinde kalmış. Ülkede şu an 50’li yaşlarında olan herkes Fransızca’yı anadili gibi konuşuyor. Etraftaki Fransız kafeleri hep o dönemden kalma. Ya da Fes’teki yeni şehir binaları, her yerde hiç yadırgamadığınız Latince tabelalar, ya da dükkânların Fransızca isimleri. Fas’ın birçok yerinde eskimiş, bakımsız bir hava hakim. Kendimce bunun nedenini, 1959’da Fransa sömürgeciliği bırakıp ülkeden çıktıktan sonra ülkenin hep o noktada kaldığına, daha sonrasında hiç ileriye gidemediklerine inanıyorum.
Jma El Fna Meydanı’nda gece gündüz bir sürü etkinlik var. Gece yemek çadırının yerinde değişik oyunlar oynatılıyor, Jma El Fna Meydanı turistik amaçlı bir yer değil. Tümüyle yerel halkın geldiği yemek yediği ve eğlendiği bir yer. Tabi artan turist sayısıyla çadırın içinde birçok turist de görmek mümkün, ama temel amacın kendileri için kurulmuş olması çok dikkatimi çekmişti.

Fas - Fez Medina: UNESCO Dünya Mirası Alanı

Nerde kalmıştık? Fas’ın dar, sarı sokaklarını koklamaya Meknes de başlıyorsunuz ilk. Sokakların derinliklerine doğru ilerledikçe nasıl manzaralar çıkacağını merak ederek Fas’ın diğer büyük kenti Fes’e doğru otobüs yolculuğumuza devam ediyoruz. Fes şehrine geldiğinizde günün saatine göre şehri tepeden görmek için şehrin doğu ve batı tarafında bulunan iki küçük kale den birini tercih edip tepeyi tırmanmaya başlıyorsunuz. Zamanında şehre gelebilecek saldırıları önceden görebilmek için Medina'nın iki tarafına yapılmış kalelerden Medina çok açık bir şekilde görülüyor, ama labirent gibi olan bu şehirde ucu sonu takip etmek imkansız. Kurak, sapsarı dağların ortasında aynı renk taşlardan yapılmış, kendini tümüyle gizlemiş, surlarla çevrili bir şehir. Küçücük bir yeşilliğe, ağaç topluluğuna bile rastlamak mümkün değil.

Fes, UNESCO'nun dünya kültür mirası listesine aldığı Medina’sı ile ünlü. Medina Fas’ta şehir merkezi demek. Fes’de iki tane Medina var; Eski Medina ve Yeni Medina. Yeni Medina yakın geçmişte inşa edilmiş modern binaların olduğu kesimdeki günümüz şehir merkezi. Gerçek Medina, yani "Old Medina" ise daha çok bizim kapalı çarşıyı andıran, ama daha büyüğü ve için de yerleşim yerleri de olan, etrafı surlarla çevrili merkezleri. Halk hala buradan alışverişini yapıyor, hatta oradaki evlerde yaşıyor. Bu evler çok eski olmalarına rağmen kültür mirası oldukları için tamir edilemiyorlar, en azından UNESCO’dan izin almadan böyle bir şey yapılamıyor.

Medina'nin içine araba girmiyor. En hızlı ulaşım “Medina Taksisi” denilen eşeklerle sağlanıyor, aksi takdirde kalan tek seçenek yürümek. Bayram günü Fas‘a gitmek iyi mi kötü mü hala karar verebilmiş değilim. Ramazan Bayramı onlara da bayram olduğundan Medina’daki tüm dükkanlar kapalı ve ortalık bomboş, insanlar muhtemelen aile ziyaretinde, ama tabi bu o daracık Medina sokaklarında bizim gibi acemilerin rahatça yürüyebilmesi için çok güzel bir şans. Yoksa kalabalıkta o sokaklarda kesinlikle rehberimizi kaybeder, labirentin içinden de çıkamazdık.

Labirent (Medina), gerçekten çok büyük. Aslına bakarsanız oranın eskiden başlı başına bir şehir olduğunu düşünürseniz küçük bile, ama günümüzde turistik amaçlı gezilecek tarihi bir lokasyon içinç büyük. İçine girmeden önce rehberleriniz sizi defalarca uyarıyorlar gruptan ayrılmamanız ya da kaybolmamanız için... Medina taksileri yol isterlerse “Balak, Balak” diye bağırırlar, duyarsanız “kenara çekilin” diyorlar. Kenar dedikleri şey o daracık sokaklarsa, sanırım duvara yapışın demek olsa gerek !

Medina'nın içinde bayram dolayısı ile kapalı olan birçok dükkânı göremiyoruz. Ama açık olanlar bana yetiyor. Kasaplarda etler üstü açık, sinekler üzerinde, başında da iki tane adam oturmuş muhabbet ediyor; her şey o kadar normal ki, daha sonra o etleri bir restoranda “Tajin” olarak yiyeceğinizi düşünerek kafanızı çeviriyorsunuz. Tajin en geleneksel yemekleri. Konik şekilde bir güvecin içinde yoğun baharat tadı özellikle de safran rengi ve kokusu ile pişirilen et ya da tavuk ve sebze yemeğine, aslında konik seramik güvecin kendisine verilen isim.

Yol üzerinde bir salyangoz dükkanı gözüme ilişiyor, baya baya salyangoz yiyor bu insanlar, Müslüman mahallesinde salyangoz, hayret ediyorsunuz... Kültür çok değişmiş, sömürgelik kötü bir şey bir kez daha anlıyorsunuz.

Rehber Medinadaki Medreseye götürüyor sizi. Size Medrese nedir onu anlatmaya başlıyor. Dur diyorsunuz bizde de var biliyoruz ne olduğunu. “Medina'nın içinde cami, medrese, hamam, dükkanlar, fırın ve evler olur” diyor, aslında bildik şehir. Sadece biraz eski. Görsel sanatlar zayıf. Camilerdeki süslemeler bizdekine göre çok çok sönük. Medresenin duvarlarında beyaz kirecin oyularak yapıldığı bir çeşit süsleme var ama oda yakından bakıldığında hiç çekici değil.

Fes çinileriyle ünlü(imiş), bana sorarsanız hiçte o kadar güzel değil. Büyük parçalarla işledikleri çeşmeler ve sütunlarla övünüyorlar ama bence gelip Kütahya’da incecik işlenen vazoları, çinileri görmeli, öğrenmeliler. Çiniyle yapılmış süslü Tajin'ler var, bence kaba bir işçilik vardı üzerinde beğenmedim. Tajin demişken, Fas yemeklerine devam edeyim biraz. Diğer ünlü yemekleri “Kuskus”. Bizim bildiğimiz kuskus gibi değil bu. Yemeklerin yanında servis ediliyor çoğunlukla. Ama tek başına da yeniyormuş. Kuskus aslında ince irmikten yapılan içinde haşlanmış havuç ve domatesin olduğu irmik pilavı. Ya da bizim kısırın salçasızı diyelim. Fas’ta yemek ortadaki tek kaptan ve hatta el ve ekmek yardımı ile yeniyor, ama neyseki turistik yerlerde size çatal kaşık veriyorlar. En ünlü içecekleri nane çayı. Yaş naneyi demleyerek yapıyorlar, tek sorun içine çok fazla şeker atıyorlar. Her ne kadar şerbet gibi olsa da nanenin o ferahlığı sayesinde rahatça içebiliyorsunuz. Özellikle yemeklerden sonra ikram ediyorlar, hazma iyi geldiği için. Bizde midemiz ağrıyınca nane kaynatır içeriz ya onlar önlemlerini önceden alıyorlar, midenin ağrımasını beklemiyorlar. Biz tabi kuru naneyle yaparız, büyükler taze nanenin demlenince acı olacağını söyler ya, işte onlarda muhtemelen o acılığı alsın diye şekeri dolduruyorlar içine. İsterseniz sipariş etmeden önce belirterek şekersiz de servis etmelerini sağlayabilirsiniz.

Yemeğimizi de yedikten sonra Medina'nın içini gezmeye devam ediyoruz. Bir kumaş atölyesine getiriyorlar bizi. Dokuma tezgâhlarının yanında rengârenk dokunmuş kumaşlar var. Kumaşların içinde ipek karışık. Genel olarak gökkuşağını andıran, bir rengin değişen tonlarında dokunmuş parlak görünümlü kumaşlar, daha kalınları battaniye ya da örtü olarak kullanılırken inceler de kıyafet ya da çanta kumaşı olarak kullanılıyor. Bu kumaşları Fas’ta ki tüm çarşı pazarlarda değişik amaçlara göre kullanılmış olarak görmek mümkün.

Medina içinde yolumuza devam ederken git gide artan ve ağırlasan kokudan garip bir yere geldiğinizi hissediyorsunuz ki tam o sırada ilerlediğiniz daracık sokaktaki ilk bulduğunuz küçücük kapıdan içeri giriyorsunuz. Daracık merdivenlerden üst kata çıkıyorsunuz. İçerideki geniş odalara gözünüz takılıyor koridorlardan ilerlerken. Bir anda arka tarafta, diğer evlerin de ortasında sıkışmış geniş bir avluya açılıyor koridorun sonundaki odanın balkonu. Aşağıya, avluya baktığınızda rengarenk küçük havuzlar görüyorsunuz, içlerinde derilerin durduğu. O anda anlıyorsunuz ki tabakhaneye gelmişsiniz. Bu tabakhaneleri. Fazın Turizm broşürlerinden hatırlıyorsunuz hemen. Özelliği mi? Hala eski okul tabaklama işleminin yapılması! Yani köpek boku ile. Bizde bir laf vardır ya, “tabakhaneye bok yetiştirmek” diye, o laf buradan geliyormuş. Derinin parlatılması ve cilalanması için eskiden köpek dışkısı kullanılırmış, çünkü deriyi en iyi o parlatırmış, bunun için de dışkının sıcak olması gerekliymiş. O yüzden dericiler sabahın erken saatlerinde köpeklerden çaldıkları dışkıları bir an önce tabakhaneye yetiştirmek için acele ederlermiş. Tabi günümüzde bu tabak işlemi modern ilaç ve kimyasallarla yapılıyor. Ama burada sanırım hala geleneksel yöntemlerle devam ediyorlar çünkü çok kötü kokuyor.

Yavaş yavaş Medina içinden bulduğumuz ilk çıkışa ilerliyoruz. En dıştaki surdan dışarı çıktığınızda bir anda gerçek dünyaya geri dönüyorsunuz. Daracık sarı kerpiç binaların içinden çıkınca dünyanız aydınlanıyor, daha beyaz ve gri karışımı bir görüntüye kavuşuyorsunuz. Alıştığınız şehre geri geldiğinizi düşünüyorsunuz, aslında hiç de o kadar uzağa gitmemiştiniz ki. Sadece kalın bir duvar arkasında, çok değişik hayatlar olduğunu düşünüyorsunuz. Bir sokak arkada farklı bir şehir, farklı bir kültür var.

Medina’dan çıktıktan sonra günün ikinci kısmında yeni Medina, yani şehir merkezine gidiyorsunuz. Burada görüntü daha farklı tabi, beyaz betonarme yüksek binalar, geniş yollar, motorlu taşıtlar ve bayram olması dolayısı ile süslü püslü giyinip sokaklara dökülmüş Faslılar. Faslılar derken, Faslı erkekler tabi.
Şehir merkezinde çok fazla dükkan ve mağaza yok. Şehrin göbeğinde güzel bir park var, iki tarafından geniş bir yol geçen. Yolun iki tarafında da sıra sıra kafeler var. Tipik Fransız kafeleri. Zaten bir çoğunun ismi Fransızca. “Patesiere Glacie”, “Café Regency”… Dediğim gibi tipik Fransız kafeleri, masalar yola doğru, dışarıya konulmuş, insanlar açık havada yol kenarında oturuyor, yolda diğerleri tur atıyor. Ama sadece bir farklılık var, bu kafelerde sadece erkekler oturuyor. Oturan bir tek yerel kadın göremedik biz. Yollarda turlayan insanların da çoğunluğu erkek. Sadece arada çok nadir kol kola girmiş yürüyen birkaç genç kız görebiliyorsunuz, ama onlarında arkasında bir güruh genç adam yürüyor. Turist bayan olarak siz bu kafelerde oturabiliyorsunuz, ama delici bakışlara alışmanız lazım. Yanınıza arkadaşınız beyleri de alsanız o bakışlardan kurtulamıyorsunuz. Yolda yürümek, hele ki tek bayan olarak, iki bayanda olsanız fark etmez, daha zor. O yüzden Fas’tan geldiğimden beri aptal bir laf takıldı ağzıma, “hiç bayan oturmayan Fransız kafesine ne denir? Fas Cafesi”. Yürürken yanınıza gelmekten laf atmaktan ya da dokunmaktan hiç çekinmiyor Faslı erkekler. İster gündüz, ister gece. Yanınızda erkek olması bile öldürücü bakışlara engel olmuyor, en fazla yanınıza yaklaşmalarına engel oluyor. Tabi bu Fas’da, başkenti hariç her yerde geçerli. Sadece başkent Marakeş'te biraz daha rahat hareket edebiliyorsunuz ki, o da “biraz”. Marakeş'te biz iki bayan gece sokağa çıkıp gezebilmiştik. Orada turiste biraz daha alışkınlar, sanırım ondan.
O zaman bir sonraki yazı neresi? Marakeş…

Fas - Artık kaç bölüm çıkar bu yazıdan bilmiyorum

Biliyorum uzun zaman oldu ama, bir türlü yazımı derleyip toplayamadım. En sonunda bitirdiğimde de 6 sayfalık bir yazı çıkmıştı ortaya, neresinden bölsem nasıl yapsam, bir anda upuzun bir yazı ile okuyanları boğmasam diye alıp verirken, kendimde yayınlayacak cesareti bulamamışım….Neyse biraz motivasyona ihtiyacım varmış beklide. Bir yerlerinden böldüm kırptım artık işte bu ilk kısmı, aslında sondan mı başlasaydım acaba….
Allahım yine çok konuşuyorum, yazarken de böyle oldu iste, tamam sustum hadi bakalım başlıyorum…Fas, dünyanın en iyi mutfağı...

Tabi ki de mutfağı için gitmedim Fas’a ama ne için gittin derseniz, bilmiyorum. Tamam, çok özel bir nedeni yok ama elimdekileri ben bir sıralayayım da bakalım belki beğenirsiniz.
Dar El Beïda ya da bilinen adıyla Casablanca’da dünyanın en büyük camisi olan Hassan II Camisi bulunmakta. Müslüman bir ülkede yaşayan birisi olarak başka bir Müslüman ülke gezme fikri benim için çok çekici. Cami figürü orada çok daha değişik. Öncelikle unutmadan belirteyim; Hassan II Camisi avlusuyla birlikte içerisinde aynı anda 130 bin kişinin namaz kılabildiği dünyanın en büyük camisi. Atlas sularının kenarında, denizin doldurularak yapıldığı, Casablanca’nın o mistik ismine uygun bir görüntüsü var. Arka avluya okyanusun dalgaları vururken namaz kılıyor olmak düşüncesi ilginç tabi, ama orada insanlar, ibadet için geldiklerinden okyanusun farkına bile varmıyorlar.Camilerin yapısı biraz farklı; tek minareli ve minareler kare formunda, bizdeki gibi yuvarlak değil. Hatta minarelerde biraz şato ya da kale görüntüsünü andıran, gayri Müslim havası hakim. Rehberinize bunu sorduğunuzda tabi görüntüdeki gerçekliği reddedemediğinden, ‘onlar bizden çalmışlar’ gibi bir açıklamada bulunuyor size, ama Fas’ın geçmişine baktığınızda pek de inandırıcı gelmiyor. MÖ 8000’li yıllardan 5. yy‘a kadar gelen dönemde Berberler’den, daha sonra 5. yy’da Bizansların saldırılarında onlardan etkilendikleri, uzun yıllar süren Osmanlı ve İslam etkilerinden sonra 16. yy.’da tekrar İspanya, sonra 20. yy ortalarına kadar Fransa sömürgesinde yaşadıklarını göz önünde bulundurursanız, çalma değilde esinlenmek diyelim en iyisi...

Casablanca, filmlerde ya da söylentilerde efsaneleştirildiği gibi romantik bir şehir değil. Tam tersine artık ülkenin sanayi şehri. Tüm büyük otomotiv ve ağır sanayi fabrikaları bu şehirde. Şehirde ülkenin kültürel dokusunu gösteren çok az şey var, iki –üç meydan ya da Hassan II Camisi. Onun dışında binalar yeni, insanlar bir kargaşa içinde oradan oraya gidip geliyor, ticaret yoğun, bildiğiniz kozmopolit hale gelmiş bile. En popüler mekanı Muhammed V Meydanı. Zaten bütün meydanlar, sokalar, önemli yerler ya Hassan, ya Muhammed isimleriyle adlandırılmış. Bunun da nedeni, Krallar hep aynı soydan geliyor. Baba Hassansa, oğul Muhammed oluyor, II, III, IV diye de isimler devam ediyor. Meydanda artık turistik amaçlıda olsa, en azından birkaç “saka” görme fırsatı bulursunuz. Kıyafetler folklorik tabi, turistik ya. Arkalarında su damacanaları, ellerinde bir bardak her gelen turiste su uzatıyorlar, aynı bardakla! Biraz bahşişle yanlarında durup kocaman hasır şapkalarının altına girip süslü kırmızı elbiseleriyle onlarla beraber fotoğraf çektirebiliyorsunuz.

Fas’ta görmek isteyeceğiniz tipik küçük Fas kenti Meknes, şehrin ortasından geçen bir nehirle ikiye ayrılıyor. Pazarın kurulduğu bir meydanda bir grup insanın toplaşıp bir şeyler izlediğini fark ettiğinde yanlarına gidip bakmak istiyor insan, ama bir anda etraftaki herkesin ilgili bakışlarının size çevrildiğini, ortada gösteri yapan çocuktan daha fazla ilgi çektiğinizi fark edip ekibinizin yanına sığınmak üzere koşar adımlarla oradan uzaklaşıyorsunuz. Meknes’de sokaklarda ya da ortalık yerde rahatça dolaşabilmek için fazla beyaz, ve fazla açık tenli kalıyorsunuz, her ne kadar üzerinizde pantolon ve sıradan bir bluz olsa da. Açık renkli teniniz ve saçlarınız hemen dikkat çekiyor. Bayan olarak başı açık gezmek orda sorun değil. Şehir merkezlerinde bayanların %40’ı başı açık ve Avrupai kıyafetlerle geziyor. %50’si ise “Cillabe” denilen, kapüşonu olan, düz kesimli bir elbise ile geziyor. Ki bu kapüşon saçların bir kısmını örtüyor. Kalan %10 ise başı kapalı ve daha mutaassıp kıyafetlerle geziyor. Yani bu durumda turist olduğunuz belli oluyor ve dikkatler hemen dağılıyor.

“Cillabe” yada erkekler için “Cillab”, geleneksel Fas kıyafeti, günümüzde Faslılar bunu giymeye devam ediyor. Düz kesimli kimilerinde kapüşonu olan bir entari aslında Cillab, kadın erkek giyiyorlar, sanırım çok sıcaklarda serin tutsun diye yapılmış bir kıyafet, ince ketenden orijinal kumaşı, değişik renklerde ve desenlerde bu kıyafetten görebilirsiniz Fas sokaklarında. Sadece bayram gününe özel giydikleri krem renginde ve çok güzel dokunmuş bir ketenden yapılmış Cillab\be leri var, altına da yine özellikle bayramda giydikleri sarı renkli terlikleri var. Orda bayramda bu kıyafet giyilirmiş, tabi çölde durum farklı.

Çölde genelde indigo mavisinden yapılan bir cillab giyiyor ve örtü sarıyor bedeviler başlarına. Aslında Fas’ın kökeni bedevilerden oluşuyor. Ama bedevilerin hepsi çölde yaşamıyor. Çölde yaşayan, hani o atın üzerindeki mavi adamlara “Taureg” deniyor. “Mavi adam, Indigo Man” denmesinin sebebi de giydikleri ve sardıkları mavi örtü. Bu örtü onları hem çölün gündüz sıcağından ve gece soğuğundan, hem de sineklerden koruyor, sinekler o maviye gelmezlermiş çünkü.

Neyse nerde kalmıştık diye devam edecektim ama şimdiden uzadı bile bu yazı. Fas’ın güzel sarı sokaklarını da artık bir sonraki bolümde anlatayım ki, sıkılanlar burada bıraksın okumayı, merak edenler de bir sonraki baslıktan devam etsin artık.

10 Ocak 2009 Cumartesi

Merhaba Dunya

Yazilim isiyle ugrasanlar bilirler, ilk kodunuz ekrana yada konsola birseyler yazsin yada gostersin isterseniz tek kullnadiginiz sey "Hello World"\"Merhaba Dunya" olur. Sonra baska bir programlama diline gectiginizde herseyi az cok yeni bastan ogreniyor yada deniyor oldugunuz icin orda da "Hello World" diye devam edersiniz. Bu her yerde boyle devam eder. Ben de artik yeni bir seyler ogrendigimde denemek icin bir sey yaparsam grafik tasarimindan kalan "Lorem Ipsum" yerine bunu kullanir oldum. Sonunda ekranda Merhaba Dunya yazisini gordugunuzde, yaptiginiz seyin gercekten calistigini , ve artik gercekten o dunyanin bir parcasi oldugunuzu hissetmek, deneme amaclida olsa, anlamsizda olsa ekranda bir seyler gorebilyor olmak, yada sanirim yeni bir dunyayi gercekten onlarin dilinde selamlayabiliyor olmak cok guzel bir duygu.
Iste tam da bu nedenden "Merhaba Dunya", Merhaba Blog Dunyasi...